Spinoza ve Panteizm

Bazı düşünürler vardır ki, yalnızca bir çağın sınırlarını değil, insanın düşünme biçimini de sessizce dönüştürürler. Baruch Spinoza, bu sessiz devrimcilerden biridir — Tanrı’yı gökyüzünden indirip doğanın kalbine yerleştiren, insanın kaderini evrenin ritmiyle birleştiren o derin akıl. Onun felsefesi, hem bir matematik kesinliği hem de bir mistik sezgiyi aynı anda taşır. Çünkü Spinoza’ya göre Tanrı, evrenin dışında değil, bizzat evrenin kendisindedir; Tanrı, her şeydir, her şey Tanrı’dır. Bu düşünceye Panteizm deriz, ama Spinoza için bu yalnızca bir doktrin değil, bir varoluş biçimidir — Tanrı’yı anlamak, var olmanın anlamını anlamaktır.

Spinoza’nın yaşadığı 17. yüzyılın Avrupa’sı, hâlâ dinî otoritenin gölgesindeydi.
Oysa Spinoza, Tanrı’yı bir yasa koyucu olarak değil, bir varlık biçimi olarak kavrıyordu.
Onun Tanrısı konuşmaz, cezalandırmaz, bağışlamaz; çünkü o, kişisel bir irade değil, varlığın kendisidir.
Doğanın her hareketi, Tanrı’nın bir eylemidir.
Rüzgârın esişi, bir yıldızın doğuşu, bir insanın düşüncesi — hepsi aynı özden gelen farklı kiplerdir.
Spinoza’nın felsefesi, varlıkta ikilik tanımaz; Tanrı ile doğa, özdeştir.
Bu nedenle Deus sive Natura — “Tanrı ya da Doğa” — onun felsefesinin en yalın ama en derin ifadesidir.
Evrenin dışında hiçbir güç, hiçbir yasa yoktur; çünkü evrenin kendisi Tanrısal olandır.

Spinoza’nın düşüncesi, aklın ve sezginin kusursuz bir sentezidir.
O, Tanrı’yı duygusal bir imanla değil, geometrik bir kesinlikle kanıtlamaya çalıştı.
Eseri Ethica (Etika), bir felsefe kitabı olmaktan çok, varlığın matematiksel bir haritası gibidir.
Tanımlar, önermeler, sonuçlar… tıpkı bir geometri kitabı gibi düzenli; ama her satırında bir metafizik yankı taşır.
Spinoza burada yalnızca Tanrı’nın varlığını değil, onun zorunluluğunu da gösterir.
Tanrı, var olmaya mahkûmdur; çünkü var olmamak, onun doğasına aykırıdır.
O, her şeyin nedeni olduğu gibi, aynı zamanda kendi nedenidir — causa sui.
Evrenin bütün düzeni, bu zorunluluğun sonucudur.
Bu yüzden Spinoza’nın Tanrısı ne kişisel bir yaratıcıdır ne de keyfi bir düzenleyici; o, varlığın sonsuz ve zorunlu özüdür.
Bu anlayış, özgür irade kavramını kökten değiştirir.
Spinoza’ya göre insan, özgür olduğunu sanır çünkü nedenlerini bilmediği eylemlerin farkındadır.
Oysa özgürlük, keyfî seçim değil, zorunluluğun farkına varmaktır.
Gerçek özgür insan, doğanın zorunluluğunu kavramış olandır; çünkü yalnızca o, artık tutkularının değil, aklının rehberliğinde yaşar.
Bu, bir teslimiyet değil, en yüksek bilinç düzeyidir — insanın evrenin düzenine uyumlanarak Tanrısal düzene katılmasıdır.

Spinoza, insanı doğadan üstün değil, onun bir parçası olarak görür.
İnsanın düşüncesi, bir yıldızın parlayışından farklı değildir; her ikisi de aynı Tanrısal düzenin zorunlu tezahürleridir.
Bu düşünce, hem büyük bir tevazu hem de büyük bir yücelik taşır:
Tevazu, çünkü insanın evrendeki ayrıcalıklı konumu ortadan kalkar; yücelik, çünkü insan artık evrenin dışından değil, içinden anlam bulur.
Bu yüzden Spinoza’nın felsefesi, bir tür kozmik ahlak öğretisidir.
Erdem, doğaya karşı durmak değil, onunla bir olmak; tutkulardan arınmak değil, onları anlamaktır.
Ona göre insanın mutluluğu, akılla duygunun barışında yatar.
Bilgelik, Tanrı’yı sevmek değil, Tanrı’yı — yani doğayı — anlamaktır.
Ve bu anlayışın en yüksek biçimi, onun “entelektüel sevgi” dediği şeydir:
Evrenin düzenine akılla tanık olurken, o düzene duyulan içsel hayranlık.
Bu sevgi, dua değil, farkındalıktır; teslimiyet değil, birliktir.

Spinoza’nın çağında bu düşünceler, bir tehdit olarak görüldü.
Dini cemaatinden aforoz edildi, eserleri yasaklandı, adı sapkın ilan edildi.
Ama o sessizce gülümsedi; çünkü hakikat için dışsal onay değil, içsel tutarlılık yeterdi.
Cam parlatarak geçimini sağlarken, aklını evrenin en derin aynasına çevirmişti.
Onun ölümü sessiz oldu ama düşüncesi hiç ölmedi.
Yüzyıllar sonra bile, evreni kutsal bir düzen olarak gören her zihin, Spinoza’nın sesini duyar:
Evren Tanrısaldır, çünkü o, var olan her şeyin toplamıdır.
Tanrı’yı doğadan ayırmak, Tanrı’yı eksiltmektir.

Spinoza’nın panteizmi, Leibniz’in rasyonel düzenini ruhla doldurur; Descartes’in ikili evrenini tek bir varlığa indirger; Bacon’ın doğa sevgisini metafizik bir zarafete taşır.
Ama bu bütünlük içinde hâlâ bir soru yankılanır:
Eğer Tanrı doğaysa, insanın bilgi sınırı nerededir?
İnsan, Tanrı’yı anladığını sanarak kendi yansımasına mı bakmaktadır, yoksa gerçekten evrenin yasasını mı kavramaktadır?
Bu sorunun cevabını arayan zihin, Spinoza’nın ardından Kant’a kadar uzanacaktır — aklın sınırlarını, bilginin koşullarını, insanın kendi içindeki evreni ölçen o büyük eleştiriye doğru.

Bir sonraki yazıda, düşüncenin bu büyük dönüşümünün en sistematik doruğuna, aklın kendi sınırlarını ölçen o derin yapıya geçeceğiz:
“Kant ve Eleştirel Felsefe.”