Mitolojinin Doğuşu – Bilinmeyene Hikâye Yazmak
Kemalpaşa’nın Nazarköy bölgesinde kamp kurduğum bir ilkbahar sabahıydı. Çadırın fermuarını araladığımda yüzüme çarpan serin rüzgarla birlikte çam kokusu içime doldu. Etrafta kuş seslerinden başka hiçbir şey yoktu; yalnızca doğanın, zamanın ötesinden fısıldayan bir sessizliği vardı. Kıyıdan kıyıya uzanan yamaçların arasından akan derenin yanına yürürken, kayaların üzerine işlenmiş daire desenlerine rastladım. Bir çocuk eliyle çizilmiş gibiydiler ama taşın üzerindeki yosun, onların burada uzun zamandır var olduğunu fısıldıyordu. O an düşündüm: Kimdi bu işaretleri bırakan? Ne anlatmak istemişti? Ya da sadece sıkılmış biri miydi, yoksa tanrılarla konuştuğunu sanan bir kâhin mi?
İnsan, varoluşuna anlam aramaya başladığı ilk anda mitosları da yaratmaya başladı. Çünkü doğayı seyretmek yetmezdi; onu anlamlandırmak gerekiyordu. Yaşadığı dünyayı sır olmaktan çıkarıp bir anlatıya dönüştürmek istiyordu. Ve bu anlatılar zamanla yalnızca bireyin değil, tüm bir toplumun kültürel hafızasına dönüştü. İşte mitolojiler böyle doğdu: Bilinmeyene bir hikâye yazmakla, korkuyu tanrısallaştırmakla ve evrene bir düzen atfetmekle…
Mitoloji, insanlık tarihinin en eski anlatı biçimlerinden biridir. Henüz yazının, bilimin ve felsefenin olmadığı dönemlerde, insanın çevresiyle kurduğu ilişkiyi anlamlandırmak için yarattığı sözlü anlatıların en derin formudur. Bir yıldırım düştüğünde onu Thor’un öfkesi olarak yorumlayan bir Viking, ay tutulmasını bir ejderhanın gökyüzünü yutması olarak gören bir Çinli ya da yağmurun tanrıların gözyaşı olduğuna inanan bir Mezopotamyalı, aslında doğayı anlamaya çalışıyor, bilinmeyeni bilinir kılmak istiyordu. Mitoloji, bu bilinemezliği anlamlı ve yönetilebilir bir dünyaya dönüştürmenin aracıydı.
Antropolojik açıdan bakıldığında, mitoloji yalnızca doğa olaylarını açıklayan öyküler değildir; aynı zamanda bir toplumun ahlaki değerlerini, sosyal kurallarını ve toplumsal düzenini meşrulaştırma aracıdır. Her tanrı ya da kahraman figürü, topluma bir davranış normu sunar. İyilik yapan ödüllenir, kibirli olan cezalandırılır. Bu anlatılar, sözlü gelenekle aktarılarak bireyi eğitir ve topluluğun birliğini sağlar. Örneğin, Polinezya efsanelerinde göç eden denizcilerin tanrılarla kurduğu ilişki, yalnızca doğaya karşı bir mücadeleyi değil, aynı zamanda bir grubun aidiyet duygusunu da simgeler.
Mitolojinin doğuşu, insan zihninin evrimiyle doğrudan bağlantılıdır. Homo sapiens’in sembolik düşünce yetisi geliştirmesiyle birlikte, doğa olaylarını kişiselleştirme ve onlara anlam yükleme kapasitesi de arttı. Yaklaşık 70.000 yıl önce Afrika’dan yayılan topluluklar, gittikleri her coğrafyada kendi mitlerini oluşturdu. Bu mitler, coğrafyanın sunduğu doğa olaylarıyla, yerel flora ve faunayla şekillendi. Böylece kuzeyde kurtlar kutsal sayılırken, güneyde yılanlar tanrısallaştırıldı. Her anlatı, insanın çevresiyle kurduğu deneyimin izlerini taşır ve onun doğaya verdiği tepkilerin bir aynasıdır.
Felsefi açıdan mitoloji, insanın anlam arayışının ilk formudur. Tanrıların yaratılması, evrenin doğuşu, ölümden sonraki yaşam gibi sorulara verilen mitolojik yanıtlar, insanın varlık sorusuna verdiği sezgisel cevaplar olarak değerlendirilebilir. Bu nedenle mitoloji, dini inançlardan ayrıldığı kadar felsefeye de yakındır. Çünkü mitolojik anlatılar; “Nereden geldik?”, “Neden varız?”, “Ölünce ne oluruz?” gibi soruların ilk versiyonlarını taşır. Bu sorulara doğrudan bilimsel cevaplar verilemediği dönemde, mitoslar bu boşluğu doldurur ve bireye evrende bir yer sunardı.
Benim için mitoloji, yalnızca eski halkların anlattığı efsaneler değil, aynı zamanda bugünkü düşünce kalıplarımızın, sembollerimizin ve hatta korkularımızın kökenidir. Somali’deki yaşlı bir kadınla yaptığım bir sohbette, yılanların kutsal kabul edilmesinin ardında yatan anlatıya kulak verdim. Ona göre yılanlar, toprağın sırlarını taşıyan varlıklardı. Bu kadim bilgelik, aslında Anadolu’daki Şahmeran mitinden farksız değildi. Yüzlerce farklı dilde, coğrafyada ve kültürde yeniden şekillenmiş olsa da, mitosların özü aynıydı: Bilinmeyene anlam verme, belirsizliği hikâyeye dönüştürme.
Mitolojiler zamanla dini metinlere, ahlaki anlatılara ve sembollere dönüşerek günümüze kadar ulaştı. Bugün bir sembole baktığımızda –örneğin bir yılan, bir güneş diski ya da üç başlı yaratık gördüğümüzde– aslında binlerce yıllık bir kolektif hafızayla karşı karşıya kalırız. Bu semboller yalnızca estetik değil, aynı zamanda bilgi taşıyıcılarıdır. Bir toplumun bilinçaltına işlenmiş kolektif anlam katmanlarıdır.
Mitolojinin işlevi, yalnızca geçmişi anlamak değil; bugünümüzü, düşünce biçimimizi ve hatta gelecek tahayyülümüzü de anlamlandırmaktır. Çünkü hâlâ bilinmeyenle karşılaştığımızda, zihnimiz bir hikâye arar. Ve mitoloji, insanoğlunun o ilk hikâyesidir.
Bu yazıda mitolojinin neden ve nasıl ortaya çıktığını, insanoğlunun bilinmeyenle karşılaştığında nasıl bir anlatı inşa ettiğini inceledik. Eğer bu konuyu dilin evrimiyle bağlantılı şekilde daha derinlemesine keşfetmek isterseniz, “Varlığın Sessiz Yankısı” yazımızı da mutlaka okumanızı öneririm. Çünkü her mitosun ardında, onu dile döken ilk sesler ve işaretler yatar…
Birlikte geçmişin derin izlerini sürmeye devam edeceğiz.
Yeni yazılarda buluşmak dileğiyle,
Sevgiyle ve merakla kalın.
Yazar & Yazı Editörü: Önder ÇELİKTAŞ
Her mitos, bilinmeyene duyulan bir sorudur. Ve insanlık, o sorularla kendi hikâyesini yazmıştır.

“Varoluşsal iletişimin ilk adımı yalnızlıktır.” Karl Jaspers