Paleopaganizm – Suya Fısıldayanlar: Nehirlerin ve Pınarların Ruhu

Araştırmacı Yazar: Önder ÇELİKTAŞ  |  Okuma Süresi: 10 dakika

Su akıp gider, deriz. Oysa bazı sular kalır. Paleopagan bilinçte su, yalnızca akışkan değil; yaşayan bir varlıktır. Ruhları taşır, hafızaları sürükler, şifayı fısıldar. Göze görünmeyenle görünenin arasında köprü kuran su, animistik inançlarda yalnızca arınma aracı değil; bilinçli bir ruh olarak kabul edilir. Ve bu ruh, konuşmaz ama fısıldar. Sessizliğin içindeki en yumuşak sestir su.

Türkiye’nin birçok ilinde yaptığım kamp ve köy gezilerinde suyla kurulan bu eski bağın izlerine rastladım. Kastamonu’da yaşlı bir kadının, her sabah dere kenarına gidip yere diz çökerek önce suya dokunması, sonra başına sürmesi dikkatimi çekmişti. Nedenini sorduğumda şöyle dedi: “O beni bilir, ben de ona günaydın derim.” Bu karşılıklı selamlaşma, suyun bir varlık olarak kabul edildiğinin yaşayan bir örneğiydi.

Paleopaganizmde su, sadece yaşamın kaynağı değil; yaşamın taşıyıcısıdır. Birçok antik toplumda nehirler, tanrıların dişi bedenleriyle özdeşleştirilmiştir. Mezopotamya’da Dicle ve Fırat, yalnızca bereket getiren değil, karar veren varlıklardı. Hindistan’da Ganj Nehri, Tanrıça Ganga’nın kendisidir; ona girmek sadece yıkanmak değil, ruhla temasa geçmektir.

Anadolu’daki bazı geleneklerde hâlâ “gürül gürül akan suya niyet söylemek” alışkanlığı sürer. Bir niyet dile getirilirken akan suya bakılır ve dilek oraya fısıldanır. Çünkü inanca göre su bunu alır, taşır, değerlendirir. Bu, dua değil; bir ricadır. Emir değil; bir paylaşım. Ve su, kimi zaman cevap verir — bir serinlikle, bir sesle, bir taşın kıpırdamasıyla…

Kırklareli’de kamp yaptığım bir yaz sabahı, ormanın içinden akan ince bir pınarın başında çam dallarına bağlanmış ip parçaları gördüm. Her biri farklı yaşta, farklı renkte. Bir köylüye sordum: “Kim bağlıyor bunları?” Dedi ki: “Kim dertliyse gelir. Su dinler ama ip tutar.” Bu söz, suyun hem geçici hem de kalıcı doğasını çok güzel anlatıyordu.

Arkeolojik bulgular da suya yönelik bu ruhsal ilişkiyi destekler niteliktedir. Anadolu’daki Hitit kalıntılarında, pınar başlarına bırakılmış adak kapları, küçük figürinler ve dualarla dolu taş tabletler bulunmuştur. Bunlar, suyla kurulan sembolik değil; gerçek ilişkilerin izleridir. Su, yalnızca fiziksel bir kaynak değil; tanrısal olanın tezahürüdür.

Dünya mitolojilerinde de su, kehanetin ve arınmanın kapısıdır. Yunan mitolojisinde Delphi Tapınağı’ndaki kahinler, su sesiyle birlikte transa geçer. Kelt geleneklerinde “kutsal kuyu”lara dilek atılır. Japonya’da tapınak girişlerinde ağız ve eller suyla yıkanır çünkü beden kadar söz de arınmalıdır. Afrika’nın bazı kabilelerinde göletlerin ruhu olduğuna inanılır ve belirli zamanlarda suyla konuşulur — hayır, mecazen değil, kelimenin tam anlamıyla.

Suyun akışı aynı zamanda bir öğreti olarak görülür. Paleopagan geleneklerde su, mücadele etmez. Önüne çıkan her şeyi ya aşar ya şekillendirir. Bu yüzden suyla yapılan ritüeller, sadece temizlik değil; direnci bırakma pratiğidir. Suda durmak, teslim olmak anlamına gelir. Ve teslim olan arınır. Çünkü su zorla değil, zarafetle dönüştürür.

Günümüz modern dünyasında su çoğu zaman bir tüketim malı, bir ekonomik kaynak olarak görülse de hâlâ bazı dağ köylerinde su, ismiyle çağrılır. “Ayşe’nin Pınarı”, “Dede Suyu”, “Ruhlu Dere” gibi adlandırmalar, suyun kişiselleştirildiğinin izleridir. Bu isimler tesadüf değil; inancın izidir. Çünkü su, tanınan bir ruhtur. Ve her ruh gibi adı vardır.

Paleopaganizmin su algısı, her akıntıda bir bilinç, her damlada bir niyet görür. Suya fısıldamak, dilek dilemek değil; saygı sunmaktır. Geceleri suya bakmak, aynaya değil; hatıralara bakmaktır. Ve bir gün sen de bir dere kenarında durup suya eğilirsen, belki o da sana eğilir. Çünkü su, aynadır. Ne gösterdiği değil, nasıl baktığın önemlidir.


Yazar & Yazı Editörü: Önder ÇELİKTAŞ

Suya fısıldarsan, cevabını kelimelerle değil, titreşimle verir. Ve bazen en doğru yanıt, sessizce akan bir pınarın kalbinde saklıdır…

Aynı Yolun Farklı Hikayeleri