İlk İşaretler, İlk Sesler

Rüzgârın konuşmadığı, toprağın henüz adlandırılmadığı bir çağ hayal et… İnsan henüz dili icat etmemiş; ama gözleriyle sorular soruyor, elleriyle cevap veriyor. O çağda, bir annenin bebeğine dokunurken çıkardığı o ilk içgüdüsel “mmm” sesi, bir dil değildi belki ama bir anlamdı. İşte insanın dil serüveni tam da bu ilk “anlam hissiyle” başlar.

Ne kelimeler vardı ne de alfabeler. Ama göz bebeklerinin büyümesiyle verilen tepkiler, ürkekçe uzatılan bir elin sıcaklığı ya da bir taşın üzerine çizilen ilk işaret… Bunların hepsi, konuşulmayan ama anlaşılan ilk cümlelerdi. Ve insan, henüz “insan” bile demeden önce, anlaşılmak istedi. Çünkü anlaşılmak, var olmak demekti.

İletişimin en eski biçimleri, zihinsel karmaşıklığın ortaya çıkışına paralel olarak gelişti. Bilim insanları, dilin kökeninin yaklaşık 50.000 ila 100.000 yıl önceye dayandığını tahmin ediyor. Ancak bu tarih, konuşulan ilk sözcüklerden çok, anlamın nasıl üretildiğiyle ilgili. Homo sapiens’in ya da daha önceki atalarının mağara duvarlarına çizdiği semboller, bu anlam üretiminin ilk örnekleri olabilir.

Örneğin Güney Afrika’daki Blombos Mağarası’nda keşfedilen ve yaklaşık 75.000 yıl öncesine tarihlenen çapraz çizim motifleri, bir işaret dili ya da erken sembolik iletişimin kanıtı olabilir. Bu çizimler; “Ben buradaydım”, “Bu bölge bana ait”, ya da “Şu yöne gidin” gibi mesajlar taşıyordu belki de. Ancak en önemlisi, bu işaretlerin tekrarlanabilir ve diğer bireyler tarafından anlaşılabilir olmasıydı. Yani iletişim artık içgüdüsel değil, bilinçliydi.

İlk sesli ifadeler ise büyük ihtimalle duygularla iç içeydi. Çığlık, inleme, gülme, homurdanma gibi sesler; belirli durumlar için kodlanmış tepkiler hâline geldi. Zamanla bu sesler, belirli anlamlarla özdeşleşti. Bir tehlike anında çıkan “ah” ya da “ha!” sesi, grubun diğer üyelerini uyarıyordu. Burada bir sesin, bir düşünce ya da durumla ilişkilendirilmesi başlı başına devrim niteliğindeydi. Çünkü bu, artık düşüncenin sese dönüşmesi ve sesin topluluğa aktarılması anlamına geliyordu.

Ses, ilk kez düşüncenin kabuğu olmuştu. İşte bu noktada dil, yalnızca bir iletişim aracı değil; bir düşünce biçimi, bir dünya görüşü olmaya başladı. Her ses, her işaret, dünyaya bakışın bir parçasıydı. “Su” demek, sadece o maddeyi belirtmek değil; onu anlamlandırmak, ona bir kimlik vermekti. İnsan, nesnelere ad vererek onları kendine ait hâle getirdi. Ve her ad, bir anlamla birlikte geldi.

Dil bu şekilde evrildikçe, işaretler ve sesler arasında bir köprü oluştu. Gözün gördüğü şey, kulağın duyduğu şeye bağlandı. Jestler, mimikler, ses tonları, vurgular; hepsi bir bütün hâline geldi. Böylece dil sadece sözlü değil, bedensel ve görsel bir bütünlük kazandı. Konuşma eylemi; ellerin, yüzün, gözlerin ve hatta duruşun katıldığı bir senfoniye dönüştü.

Bugün farklı coğrafyalarda farklı diller konuşuluyor, ama hâlâ bazı jestler, bazı sesler evrensel anlam taşıyor. Birine göz kırpmak, baş parmakla onay vermek, omuz silkmek, “şşş” diyerek sessizlik istemek… Tüm bunlar binlerce yıllık evrimsel mirasımızın sesleri ve işaretleri.

İlk dillerin yapısı muhtemelen bugünkülerden oldukça farklıydı. Düşünceler basit, cümleler tek sözcüklü olabilir, hatta seslerin tonlaması her şeyden önemliydi. Belki de bir şeyin “iyi” olduğunu ifade eden tek bir ünlem vardı; ama bu ünlemin tonu, uzunluğu ve ardından gelen jest, yüzlerce farklı anlam taşıyabiliyordu.

Bugün dilin geldiği nokta, sadece bir iletişim aracı olarak değil; aynı zamanda bir kimlik ve düşünce sistemi olarak da karşımızda. Ancak bu sistemin temeli, o ilk işaretlerde ve seslerde yatıyor. Ve o ilk yankılar, hâlâ içimizde bir yerde yaşamaya devam ediyor.

Bugün birlikte geçmişin karanlık mağaralarında yankılanan ilk sesleri dinledik. İnsanlığın henüz konuşmadığı ama anlatmaya çalıştığı o ilk anlara uzandık. Belki bir taşın üstündeki çizgide, belki bir bakışta ya da bir iç çekişte… İletişimin kökenine dair izler hâlâ içimizde yaşıyor.

Bu yolculuk daha yeni başlıyor. Her hafta bir katman daha derine ineceğiz. Eğer siz de bu izlerin peşinden gitmek isterseniz, ben buradayım.

Sevgiyle kalın, bir sonraki yazıda görüşmek üzere…


Yazar & Yazı Editörü: Önder ÇELİKTAŞ

Dil, önce bir bakıştı; sonra bir işarete, sonra bir sese dönüştü. Ama hep bir anlam arayışıydı…

Aynı Yolun Farklı Hikayeleri