Paleopaganizm – Gökyüzü ile Konuşmak: Bulutlar ve Gök Gürültüsü
Gökyüzüne bakmak, yalnızca yukarıya bakmak değildir; bilinmeyene göz kırpmaktır. Bulutların geçişi, şimşeğin parıltısı, gök gürültüsünün uzak ama etkileyici sesi… tüm bunlar paleopagan inançlar için doğa olaylarından öte, ruhsal mesajların göksel dilidir. Gökyüzü, tanrıların meskeni değil; onların sesi olarak kabul edilir. Konuşmaz, bağırmaz, ama duyana yeterince anlatır.
Edirne Keşan’a bağlı Yerlisu köyünde kamp yaptığım bir kış sabahı, köy merkezine uğradığımda, köy kahvesindeki yaşlı bir adam, gökyüzüne bakarak şöyle demişti: “Yıldırım düşüyorsa biri yanlış yapmıştır, gök kızmış demektir.” Bu, ceza değil; bir uyarıydı onun gözünde. Çünkü gök, yalnızca hava değil; vicdandı. Ve vicdan, konuşmak için bazen gök gürültüsünü seçerdi.
Paleopaganizmin gökyüzü anlayışı, onu pasif bir manzara değil; aktif bir ruh olarak görür. Güneş yalnızca ışık değil; göz. Ay, yalnızca geceyi aydınlatan bir nesne değil; bilinçli bir tanıktır. Ancak özellikle bulutlar, geçicilik ve değişimle ilişkilendirilir. Bir düşünce gibi gelir, bir duygu gibi geçer. Bu nedenle gökyüzüne bakmak bir tür sezgi egzersizidir. Durağan değil, devinimlidir.
Mitolojik anlatılarda da gökyüzü tanrıların iletişim sahasıdır. Yunan mitolojisinde Zeus, gök gürültüsüyle konuşur. Hint geleneğinde Indra, yıldırımı yönetir. İskandinavya’da Thor’un çekici yıldırım getirir. Anadolu’da ise Hitit fırtına tanrısı Tarhunt, gök gürültüsüyle öfkesini bildirir. Bu anlatıların ortak noktası: gökyüzü, yalnızca yukarıdan gelen değil; yukarıdan konuşan bir bilinçtir.
Antropolojik olarak bu bakış açısı, gök olaylarının insan yaşamıyla sembolik olarak ilişkilendirilmesiyle açıklanabilir. Ancak paleopagan bilinç için bu ilişki sadece sembolik değil, aynı zamanda sezgiseldir. Bir yıldırımın düştüğü yön, bir bulutun dönüş hızı ya da göğün rengi… tüm bunlar içsel bir bilgiyle okunur. Ve bu bilgi, duyu değil; duyu ötesidir.
Türkiye’nin birçok yerinde hâlâ “gök gürlediğinde sessiz olunması” gerektiğine dair inançlar yaşar. Sivas’ın dağ köylerinde insanlar, gök gürültüsü başladığında konuşmalarını yarıda keser. Çünkü “gök konuşuyorken araya girilmez.” Bu, saygının bir biçimidir. Sadece doğaya değil, onun taşıdığı ruha karşı gösterilen bir dikkat.
Bulutlar ise paleopagan anlatılarda ruh taşıyıcılarıdır. Ölülerin son nefesleri bazen bir buhar gibi yükselir ve bulut olur. Bazen bir dua göğe yükselir ve bulutlarda yankılanır. Karadeniz yaylalarında, sisin ruhlarla bağlantılı olduğuna dair birçok anlatıya rastladım. Sis, yalnızca nem değil; sınırların kalktığı bir haldir. Ne tam görünür, ne tam kaybolur. Tıpkı ruh gibi.
Dünya genelinde bu yaklaşıma benzer örnekler yaygındır. Japon Shinto geleneğinde, bulutlar “kami” adı verilen ruhların taşıyıcısı olarak kabul edilir. Yerli Amerikan halkları için gökyüzü, büyük ruhun yansımasıdır ve yıldırım, onun dikkat çekme biçimidir. Afrika’nın batısında bazı kabileler, gök gürültüsüne yüksek sesle karşılık verir — onu selamlamak için. Çünkü gök, yalnızca dinlenmez; bazen cevap da bekler.
Gökyüzü ile konuşmak, kelimelerle değil; dikkatle olur. Sessizlik, bir tür karşılıktır. Bir bulutun şekline dikkatlice bakmak, bir tür dua biçimidir. Gökyüzüne dönük bir yüz, yalnızca bakmaz; tanıklık eder. Ve bazen, gözlerin dolmasına neden olan şey yıldırımın ışığı değil, onun getirdiği anıdır.
Modern dünyada gökyüzü çoğunlukla meteorolojiyle tanımlanır: basınç, rüzgâr, sıcaklık… Oysa göğe bakıp bir anlam çıkarmak, hâlâ insanın ruhsal reflekslerinden biridir. Gök gürültüsünden sonra sessizce içe dönmek… Yağmur bulutu yaklaşırken pencereye yönelmek… Bunlar içgüdü değil; kadim hafızalardır. Paleopagan bilinç hâlâ içimizdedir. Yalnızca gömülüdür. Tıpkı bulutlar gibi, sessiz ama var.
Yazar & Yazı Editörü: Önder ÇELİKTAŞ
Gök, yalnızca yukarıda değil; içimizdedir. Ve bazen bir bulut geçerken değil, biz ona bakarken konuşur. Sadece sessiz ol… o zaten anlatıyor.