Paleopaganizm – Taş ve Ruh: Sessizliğin Hafızası

Araştırmacı Yazar: Önder ÇELİKTAŞ  |  Okuma Süresi: 10 dakika

Taşlar konuşmaz. Ama suskunluklarında çağlar vardır. Yüzeyleri soğuk olabilir, ama içlerinde sıcaklık kadar eski anılar taşırlar. Paleopagan inançlarda taş, yalnızca yeryüzünün kalıntısı değil; ruhun yuvasıdır. Her taş bir zamanın tanığı, bir duygunun taşıyıcısı, bir sessizliğin hafızasıdır. Bazen bir kayanın gölgesine oturduğumda, onun benden daha eski olduğunu bilmenin tuhaf bir huzuru sarar içimi.

Anadolu’da yaptığım onlarca kamp gezisinde en çok dikkatimi çeken şeylerden biri, yaşlı köylülerin hâlâ belirli taşlara “selam vermesi” oldu. Sivas Divriği civarında yaşlı bir adam, yol kenarındaki iri bir kayaya her geçişinde elini dokunduruyordu. Sorduğumda gülümsedi: “Ben doğmadan önce de buradaydı. Elbette selam veririm.” Bu cümle, taşların yalnızca yerel değil, ruhsal olarak da sabit varlıklar olarak görüldüğünü çok net anlatıyordu.

Antropolojik açıdan bakıldığında, taşlarla kurulan bu ilişki dünya genelinde de oldukça yaygındır. Masa başı araştırmalarımda gördüm ki, Avrupa’nın megalitik anıtlarında da, Hindistan’daki lingam taşlarında da, Peru’daki işlenmemiş taş sunaklarda da aynı anlayış gizlidir: Taşlar kutsaldır çünkü unutmazlar.

Urfa Göbeklitepe’deki dikilitaşlar yalnızca mimari ustalık değil; taşla ruh arasında kurulan çok eski bir ilişkinin izidir. Bu devasa T biçimli taşların yüzeylerine kazınan hayvan figürleri, yalnızca anlatı değil; taşın taşıdığı ruhsal anlamın sembolleridir. O taşlar dua edilmez ama susularak izlenir. Çünkü taşlara hitap etmek, onları dinlemekle başlar.

Kapadokya’da kamp yaptığım bir gecede, peribacalarının arasında sessizce otururken, taşın ne kadar sabırlı olduğunu düşündüm. Rüzgârla aşınmış, yağmurla şekillenmiş, ama yine de dağılmamıştı. Aynı yerde, aynı duruşla… Belki de insanlar bu yüzden taşa hikâyelerini anlatır. Çünkü taş dinler ama yargılamaz. Kayalar bazen insanlardan daha güvenlidir.

Paleopagan geleneklerde taşlara yalnızca şekil verilmez; ruh yüklenir. Şamanlar, belirli taşlara kendi niyetlerini “aktarır”. Bu taşlar sonra ya toprağa gömülür ya da özel yerlere bırakılır. Taş burada hem taşıyıcı hem de saklayıcıdır. Güneydoğu Anadolu’daki bazı köylerde hâlâ kayalara bez bağlanır, dualar fısıldanır. Bunlar dilek değil; iletişimdir. Çünkü o taşlar yalnızca madde değil, karşılıklı bir ruhsal bağdır.

Dünya genelinde bu anlayışın çok benzerlerine rastlanır. İskoçya’da menhir olarak adlandırılan tekil dikilitaşlar, genellikle belirli astronomik dizilimlere göre yerleştirilmiştir. Ama yerel halk bu taşlara yalnızca takvimsel anlamlar yüklemez; “taşların ruhları vardır” der. Afrika’nın bazı bölgelerinde, çocuklar kayalara isim verir ve onlarla konuşur. Japonya’da Shinto geleneklerinde kimi taşlara dokunulmaz, yalnızca önünde eğilinir. Çünkü ruhu rahatsız etmek istemezler.

Taşların hafızası yalnızca geçmişi saklamakla sınırlı değildir; aynı zamanda geleceği şekillendirmek için de kullanılır. Kırşehir’in köylerinde gözlemlediğim bir gelenekte, yeni bir işe başlamadan önce gençler yol kenarındaki belirli bir taşa küçük bir nesne bırakır. Bir tüy, bir çakıl ya da bir düğme… Niyetin ağırlığı değil; taşın tanıklığı önemlidir. Çünkü “taşın şahit olduğu iş bozulmaz” derler.

Mitolojik olarak bakıldığında da taş, birçok tanrının ve kutsal olayın sembolüdür. Kabe’deki Hacerülesved, yalnızca siyah bir taş değil; gökten gelen bir hatırlatmadır. Yunan mitolojisinde Deukalion tufandan sonra dünyayı yeniden yaratırken, insanları taşlardan şekillendirir. Bu anlatılar, taşın yaratıcı, dönüştürücü ve hatırlatıcı doğasını gösterir.

Paleopagan insan için taş, sürekliliktir. Orman yanabilir, nehir kuruyabilir, rüzgâr yön değiştirebilir. Ama taş yerinde kalır. Bu yüzden ona sır anlatılır. Bu yüzden üzerine oturulup susulur. Çünkü taş, zamanın dışındadır. Ne olur, ne biterse bitsin… o hâlâ oradadır. Bizi bizden daha iyi hatırlayan bir tanıktır.

Bugünün insanı için taş, çoğunlukla süs, yapı malzemesi ya da atık anlamına gelir. Ama eğer bir kayanın üstüne oturup gözlerini kaparsan, fark edersin: Orada bir sessizlik değil; derin bir bilinç vardır. Çünkü taş susar ama silmez. Dokunur ama unutmaz. Ve bazen, en çok ihtiyaç duyduğumuz şey… sadece bir kayanın sabrıdır.


Yazar & Yazı Editörü: Önder ÇELİKTAŞ

Taşın sırrı sessizliğindedir. Konuşmaz ama hatırlar. Ve bir gün, sessizce bir kayanın gölgesine oturduğunda… senin de içini dinler.

Aynı Yolun Farklı Hikayeleri