Paleopaganizm – Toprağın Hafızası: Ayakların Altındaki Bilgelik
Toprak, her şeyin başladığı ve sonunda her şeyin döndüğü yerdir. Paleopagan inanç sistemlerinde toprak, yalnızca üstünde yürüdüğümüz bir zemin değil; yaşayan, duyan, hatırlayan ve bağışlayan bir ruhtur. O, yalnızca bitkileri değil, duyguları da besler; yalnızca cesetleri değil, hatıraları da kabul eder. Toprağa dokunmak, geçmişe dokunmaktır; çünkü onun içinde zaman katman katman birikir.
Antropolojik gözlemler, dünyanın dört bir yanındaki kadim toplumların toprağı kutsal bir varlık olarak ele aldığını göstermektedir. Eski Mısır’da toprak tanrı Geb, gökyüzü tanrıçası Nut’un kardeşi ve eşi olarak düşünülür. Onların birleşiminden dünya doğmuştur. Mezopotamya’da “Adamu” kelimesi hem insan hem toprak anlamına gelir. Aynı kavramsal bağ, İbranice’deki “Adamah” (toprak) ve “Adam” (insan) kelimelerinde de görülür. Çünkü insanın özü topraktır ve bu bağ hiçbir zaman kopmamıştır.
Etiyopya’nın Tigray bölgesinde, yaşlı bir kadın, doğumdan sonra toprağa üç kez el sürmeden bebeği emzirmeye başlamaz. Ona göre, toprak kabul etmeden beden açılmaz. “Toprak ‘evet’ demezse, hiçbir doğum tamamlanmaz” der. Bu uygulama, toprağın yalnızca besleyen değil, onaylayan bir güç olarak kabul edildiğini gösterir. Paleopagan dünya görüşü, doğumun da ölümün de toprakla bir anlaşma olduğunu söyler.
Toprak, bir hafıza taşıyıcısıdır. Bize ait olan her şey —ayak izimiz, düşürdüğümüz tohum, gömdüğümüz sır, hatta döktüğümüz gözyaşı— onun içinde kalır. İlk tarımcı toplulukların ritüelleri bu hafızayı onurlandırmak üzerine kurulmuştur. Neolitik dönemden kalan birçok tapınak yapısı, doğrudan toprağa gömülü objelerle kutsanmıştır. Yer altına bırakılan taşlar, kemikler ve figürler, yalnızca sembol değil; toprağın bilincine yazılmış mesajlardır.
Orta Asya’da, göçebe Türk kavimlerinde çocuklar ilk adımlarını attığında toprağa küçük hediyeler bırakılırdı. Bu hediyeler genellikle bir tutam saç, birkaç damla süt ya da annenin bir duası olurdu. Sebebi şuydu: “Çocuk yürümeden önce toprakla tanışmalıydı.” Çünkü o toprak, yalnızca üzerine basılan değil; ruhun yürüdüğü bir zemindi.
Bugün modern dünyada toprak genellikle bir ‘mülkiyet’ olarak görülür. Satın alınan, kazılan, şekillendirilen bir kaynak… Oysa paleopagan anlayışta toprak, ne alınır ne sahiplenilir. O, sadece emanet alınır. Yaşarken bedenimizi taşır, öldüğümüzde bedenimizi saklar. Bu emanet döngüsü, toprakla kurulan en kadim ve en derin ilişkidir.
Ölüm ritüellerinde toprakla kurulan ilişki daha da belirgindir. Batı Afrika’da bazı kabilelerde ölünün mezarı açıldığında yalnızca beden değil, onunla birlikte gömülen hatıralar da yeniden yorumlanır. Toprak, sessiz bir anlatıcı gibidir. Her katmanında bir hikâye, her izde bir yaşam saklıdır. Bu yüzden arkeoloji yalnızca kazı değil; toprakla konuşma sanatıdır. Kazmak, aslında dinlemektir.
İnsanlık tarihi boyunca sayısız uygarlık toprağa şehirler kurdu, tapınaklar dikti, yollar yaptı. Ama aynı zamanda toprağa dualar etti, onu selamladı, ona hediyeler sundu. Bu karşılıklı ilişkide insanın bildiği bir şey vardı: Toprak yalnızca barındırmaz, hatırlar. Yanlışları da hatırlar, adakları da. Paleopagan bilinç bu yüzden toprağı hoş tutmaya çalışır. Yağmur yağmadığında göğe değil, toprağa bakılır. Çünkü sorun yukarıda değil; altta olabilir.
Güney Amerika’da Quechua halkı, Pachamama —Toprak Ana— inancını hâlâ günlük yaşamın bir parçası olarak sürdürür. Evde yeni bir işe başlamadan önce yere biraz mısır unu serpilir, üzerine içki damlatılır. Bu, toprağın onayını almak için yapılır. Çünkü ne başlarsa başlasın, onun altından geçmek zorundadır.
Toprağın sadece ölümle değil, yeniden doğuşla da bağlantısı vardır. İlkbahar geldiğinde toprağın çatlaması, yeni filizlerin doğuşu, toprak içindeki gizli döngülerin dışavurumudur. Bu yüzden animistik kültürlerde toprağa yalnızca ölüyü değil, tohumu da teslim etmek kutsaldır. Tohum gömülürken dua edilir, çünkü o da bir tür mezardır. Ama bu mezardan yaşam çıkar.
Toprakla kurulan bu ilişki, yalnızca ritüellerle sınırlı değildir. Aynı zamanda bir içsel yön bulmadır. Birçok şaman geleneğinde, yeryüzüne çıplak ayak basmak “kendi sesini bulmanın” ilk adımıdır. Çünkü ayaklarımız bedenin altı değil; ruhun kulaklarıdır. Toprağa bastığımızda yalnızca yürümeyiz, aynı zamanda dinleriz. Ve her adım, toprağın hafızasına işlenir.
Bugünün insanı asfaltta yürüyor. Toprakla teması kesilmiş, betonla yalıtılmış bir varoluş içinde… Belki bu yüzden yönümüzü kaybettik. Çünkü yön sadece gökyüzünden alınmaz. Asıl yön, ayakların altındaki bilgelikte gizlidir. Ve o bilgelik, hâlâ bizi bekliyor. Dinleyen bir kulak, hisseden bir beden, hatırlayan bir ruh bulmak için.
Yazar & Yazı Editörü: Önder ÇELİKTAŞ
Toprağa yalnızca bastığımızı sanırız. Oysa her adımda biz de onun içine işleniriz. Hafızamız gökte değil, toprağın katmanlarındadır…