Sessiz Dilin Doğuşu 2. Bölüm
Etiyopya’nın kurak topraklarında, Gode bölgesine bağlı bir köyde, henüz güneş dağın ardından usulca yükselirken; uykusuz geçen bir gecenin ardından bir tahta taburenin ucuna oturmuş, uzaktaki dağlara bakıyordum. Hafifçe yanımda dolanan köyün çocukları, çıplak ayaklarının toprağı dövmesiyle güne başladıklarını haber veriyorlardı. O sabah, üç yaşlarında bir oğlan çocuğu yaklaştı bana. Elinde dallardan yaptığı oyuncak bir çember vardı. Sessizce baktı, sonra gözlerini kaçırdı. Ardından birden, dudaklarının arasından kısa bir ses fısıldadı: “Uqaa.”
Ne demekti bu? Kime söylenmişti? O anda neye işaret ediyordu? Hiçbir fikrim yoktu. Ama kelime, sabahın sisi gibi yavaşça içime çöktü. Uqaa… Sanki binlerce yıl öncesinden bir yankı taşımıştı. Dil, sadece kelime değil, o kelimenin dile gelmeden önce taşıdığı niyetin kabuğuydu. Ve o sabah, kelimelerin nasıl doğduğuna dair içsel bir kapı daha aralanmış oldu.
İnsan, dili sadece konuşmak için üretmedi. İlk insan için söz, sesli düşüncenin değil; anlamın ve ilişkinin, niyetin ve korkunun dışa vurumuydu. İletişim kurmak, diğerine bir şey bildirmekten ziyade, diğerinde bir yankı uyandırmaktı. Bu nedenle, ilk kelimeler bilgi taşımaktan çok duygu, içgüdü ve bağ taşıyordu. Bir çocuğun annesine, bir avcının grubuna ya da bir yaşlının ateş başında göğe fısıldadığı o ilk sesler, bir dilin değil, bir ruh halinin yankılarıydı.
Etiyopya’nın köylerinde gözlemlediğim dilsel iletişimde, insanlar bazen hiç kelime kullanmadan sadece tonlamayla anlaşabiliyordu. Bazen tek bir nefes alış, bir hırıltı ya da dudaktan çıkan kısa bir “mmm” sesiyle bir cümle kurulabiliyordu. Bu sesler, ilkel anlamda birer işaretti; bedenin sesiyle niyetin dışa vurumu. Modern dilbilim buna “paralinguistik” dese de, ilkel insan için bu, en gerçek anlatım biçimiydi.
Peki ya ilk sesler? Onlar nasıl ortaya çıktı? Her sesin bir kaynağı, bir tetikleyicisi olmalıydı. Belki bir taşın düşme sesi, belki bir yırtıcının çıkardığı ani bir çığlık ya da rüzgârın ağaçlar arasında yarattığı uğultu. İnsan, bu sesleri gözlemledi, sonra taklit etti. Taklit, anlamın atasıydı. Tıpkı Etiyopyalı çocukların, koyunları yönlendirmek için çıkardıkları “chchch” sesi gibi… Bu ses, koyuna bir emirdi ama aynı zamanda çocuğun da doğayla kurduğu ortak dilin bir parçasıydı.
İlk diller, işaret ve sesin bir aradalığıydı. İnsan elini uzatır, gözünü kısar ve eşzamanlı olarak ses çıkarırdı. Bu bütünlüklü anlatım, bir “konuşma”dan çok daha fazlasıydı; çünkü anlam hem sesle hem bedenle hem de niyetle verilirdi. Gözlemlediğim bir başka olayda, yaşlı bir adam küçük bir çocuğa yönerge veriyordu ama tek bir kelime bile kullanmadan… Kaşlarını kaldırdı, başını sağa çevirdi, sonra derin bir “haa” sesi çıkardı. Ve çocuk anlamıştı. Bu, dil öncesi anlatının modern yansımalarından biriydi.
Dilin kökeni, kelimelerin değil bağın tarihidir. Bir annenin çocuğuna duyduğu sevgiyi sadece sesle değil, o sese eşlik eden bakışla, ten dokunuşuyla, kucaklaştığı anda çıkan içsel iniltiyle aktarmasıdır. Ve bu türden anlatılar, yazıya dökülemez. Çünkü yazı, sesin gölgesidir; oysa ilk dil, bedenin ve doğanın birlikte yazdığı bir ritüeldi.
Bugün birçok yerli kabile hâlâ bu ilkel anlatı biçimlerini yaşatıyor. Etiyopya’da tanıştığım Afar halkı, göç yollarında dinlenmek için durduklarında önce bir daire şeklinde oturuyorlar. Ve hiçbir kelime konuşmadan, herkesin gözleri birbirine değiyor. Ardından içlerinden biri başını göğe kaldırıyor ve kısa bir iniltiyle bir şey söylüyor: “Yaa’haa…” Bu sesin ne anlama geldiğini kimse tam olarak bilmiyor ama herkes o anda neler olacağını biliyor. Çünkü o ses, bir kelime değil; bir anlam atmosferi yaratıyor. Ve dilin özü de tam olarak burada yatıyor.
Yani biz dili ararken kelimelere bakıyoruz ama belki de kelimelerden önce bakmamız gereken şey, anlamı taşıyan sessizliktir. İşaretin bedenle, niyetin sesle birleştiği o ilk an… Düşünün, belki ilk kelime bir uyarıydı, belki bir çağrı, belki bir vedaydı. Ama her neyse, o sesin ardında mutlaka bir göz teması, bir el hareketi, bir içsel kasılma vardı.
Ve şimdi, Gode’nin sabahına dönersek… “Uqaa” diyen o çocuğun sesinde ben hem annesini çağıran bir yavrunun sesini hem de milyonlarca yıl öncesinden gelen bir yankıyı duydum. Belki de o ses, yalnızca onun değil; ilk insanın da bize bıraktığı mirastı.
Ama belki de asıl soru şudur: İlk konuşan kimdi ve ilk duyulan neydi? Kim, ne zaman, hangi boşlukta bir sesi ilk kez anlam yükleyerek fırlattı evrene? Belki bir çocuğun ağzından dökülen “Uqaa” gibi bir sözdü; belki sadece bir fısıltıydı, ya da bir inilti. Belki de ilk dil, kelimelerden çok önce, bedenin titreşimiyle, gözlerin karanlıkta birbirine değmesiyle başlamıştı. Ve biz bugün hâlâ o ilk yankının peşindeyiz.
Modern dillerin karmaşık yapıları, gramerin soğuk kuralları ve teknolojinin dijital kodları arasında, hâlâ en saf haliyle bir şey arıyoruz: anlamın ilk titreşimini. O titreşim, sadece kelimelerde değil; niyetimizde, duruşumuzda, susuşumuzda da var. Çünkü bazen en kadim cümleler, hiç söylenmemiş olanlardır.
Ve işte tam da bu yüzden, “dil” dediğimiz şey, sadece bir araç değil; bir hafıza kuyusu, bir ritüel, bir varoluş biçimidir. İlk sesin yankısı hâlâ kulaklarımızda dolaşıyor — ama biz onu çoğu zaman kelimelerin gürültüsü içinde kaybediyoruz.
Şimdi gözlerini kapat, derin bir nefes al ve sen de içinden bir ses çıkar. Bu ses, anlam taşımasa bile, belki de milyonlarca yıl öncenin içgüdüsünü taşıyordur. Çünkü dil, konuşmaktan önce bir hissetme biçimiydi. Ve belki hâlâ öyle.
Yazar & Yazı Editörü: Önder ÇELİKTAŞ
Dil sadece konuşulan değil; hissedilen, taşınan ve bazen hiç duyulmadan aktarılan bir ruhtur.